Cumartesi, Şubat 01, 2025

Ocak 2025 Okuma ve Seyir Raporu, David Lynch'e Veda Edemeyiş

Bu yıl bloga daha fazla zaman ayırmak istediğim için her ay okuduklarımın ve izlediklerimin özetini buraya eklemeyi planlıyorum. Yıl sonunda ayrıca favori kitaplarımın özetini ekliyorum, o yüzden aylık raporlarda aynı lafları tekrarlamamaya çalışacağım ama tabii bazı kitapları ne kadar övsem azdır. Bir nevi bilinçakışı olacak bu yazılar. 

Öncelikle okuduklarımdan başlayayım. Richard Ford'un Kanada'sı uzun zamandır aradığım çok iyi yazılmış o büyük Amerikan romanlarının havasındaydı. Anlatıcısından kurgusuna, daha ilk cümlesiyle kendine bağlamasından sonunda duygusal bağ kurdurmasına çok sevdim. Edward Carey'nin Gözlemevi Apartmanı'ndaki kara mizaha yer yer bayıldım, yer yer anlatıcıya gıcık oldum ama genel olarak sevdim. Karakterleri ve kurgusuyla yaratıcı bir ilk roman. İlk kez okuduğum Ann Patchett'ın Hollanda Evi işlevsiz aile, miras çatışması ve kardeş dayanışması romanı olarak vaat ettiklerini karşılıyor. Sıradan görünürken gayet akıcı bir okuma sağladı. Mariana Leky'nin Buradan Gördüğümüz Kadarıyla romanı Gözlemevi Apartmanı'na benziyordu bazı açılardan. Kendi halinde naif bir Avrupa filmi tadındaydı. Yaşam ve ölüm, aşk ve özlem üzerine düşündürmesi güzeldi. Valeria Luiselli Sahte Belgeler'de bazı yazarlara ve şehirlere dair düşünsel bir yolculuğa çıkardı. Deborah Levy'nin otobiyografik anlatısının son iki kitabından Gayrimenkul'den daha fazla verim aldım. Yazarın yaşamına dair olaylardan çok yolculukları, ev arayışında kendine ait bir alan ve yuva üzerine sorgulamaları, kadın yazarlara ve kadın anlatılarına hakkını teslim etmesi saygı duyulası. Emily Fridlund'un Kurtların Tarihi romanı bu ayki hayal kırıklığımdı. Bir büyüme romanı olarak farklı kurgusuyla öne çıksa da benim aradığım tarikat eleştirisi, çocuk istismarı ve işlevsiz aile temalarının tam hakkını verebildiğini düşünmüyorum. Kitaplar açısından verimli bir ay oldu benim için özetle.


Bu ay izlediklerimden bahsedeceksem David Lynch'in ölümünün birçok sinemasever gibi beni nasıl sarstığından ve sinemayla ilişkimi nasıl şekillendirdiğinden bahsetmem şart. Çocukken televizyonda izlediğim, daha o zamandan gizemiyle büyülendiğim Twin Peaks'in diziler açısından sadece kendi seyir beklentilerimi değil, tüm bir televizyon tarihini şekillendirdiği, dizileri belli bir kalıptan çıkardığı, yaratıcılığın ve gizemin sınırlarını zorladığı kesin. David Lynch'in vefat haberi üzerine ben de 5.kez hayatımın dizilerinden biri diyebileceğim Twin Peaks'i izlemeye başladım. Bu yazıyı yazdığım sırada The Return'e kadar geldim. Agent Cooper'ın mükemmel bir karakter oluşuyla, Angelo Badalamenti'nin atmosferik melodileriyle, kahveleriyle, hüznüyle, kırmızı odasıyla ve şiddetiyle etkisinden bir şey yitirmiş değil. Bazı sahneler hala detaylarıyla can yakıcı. Doğaüstü ve gerçekliğin unutulmaz birleşimi. Sinemasal açıdan Lynch'in beni başka yerlere götüren ilk filmi ise Mulholland Drive'dı. Yurtdışına giden bir tanıdığın getirdiği vcdlerde keşfetmiştim filmi. İlk izlediğimde bir şey anlamamakla büyülenmek arasında gidip gelirken sinematografisinden oyunculuklarına sinemadan başka türlü beklentiler de elde edilebileceğini görmüştüm. Sonrasında tekrar tekrar izledim filmi. Diane'in rüyasıyla aslında bir Hollywood kabusu sunan Lynch'e sonsuz şükran borçluyum. Lost Highway'in mindfuck kategorisi açısından yine pek aşağı kalır yanı yoktu ama psikolojik gerilim olarak gayet de anlaşılır filmler bunlar aslında. Toplumun dışladığı karakteriyle Elephant Man, hala en gizemli ve garip bulduğum ama gözlerimi de alamadığım Eraserhead, Amerikan rüyasını kazıyan filmlerden Blue Velvet, pek sevemediğim Wild at Heart ve bir başka Hollywood kabusu Inland Empire. Hepsiyle kendi imzasını ve çizgisini bozmadan düşler ve kabuslarla iç içe bir yolculuğa çıkardı bizi. Şu ana kadar izlemediğim iki filmi Dune ve The Straight Story. Dune'un Lynch versiyonuna hala elim gitmez ama artık The Straight Story izlememe utancımı yensem iyi olacak. 


David Lynch: The Art Life ve Lynch/Oz belgeselleri bu ay ilk kez izlediğim belgesellerdi. The Art Life'ta çocukluğunda annesinden sevgi ve sayguI görmeyişi, öğrencilikle arasının iyi olmayışı, hep farklı bir şeylerin peşinde oluşu, kendini sanata ve sinemaya vererek, bir de tabii transandantal meditasyonla kendini kurtarışını kendinden beklenebilecek bir mesafeyle anlatmış. Lynch/Oz belgeseline ayrıca bayıldım. David Lynch'in eserlerindeki Oz Büyücüsü etkisini birkaç yönetmenin gözünden anlatıyor Lynch'in yapımlarından görüntüler eşliğinde. Tekrar tekrar izlenesi belgeseller listeme ekledim gitti. Yokluğu fazlasıyla hissedilecek nev-i şahsına münhasır yönetmenin. Karanlığın içinde aydınlığı araması, sahte düşler sunan sistemleri kendi üslubunca eleştirmesi, Hollywood sisteminde asla kendi tarzından ödün vermemesi, kelimenin tam anlamıyla başka dünyalara götürmesi ve rüya içinde rüyalar yaşatması unutulmayacak. Beyefendi imajı da bir o kadar özlenecek. 


2025'in ilk ayında izlediğim diğer filmlere geçiyorum. Bu ayı daha çok güncel filmlerle geçirdim. Payal Kapadia'nın Hintli kadınları belli kalıplardan çıkararak iki kadın karakterin ekseninde toplumsal baskılara rağmen kendi isteklerini yaşama çabalarını irdelediği All We Imagine As Light, sinematografisi, müzik kullanımı ve sahne geçişleriyle de sinematik olarak aradığımı verdi. Yaşamın kendisi gibi sona erişi bazılarını tatmin etmeyebilir ama Hindistan'ın lütfedip Oscar'a yollamamasıyla bile kendi başına bir direniş bu film. Bir kedinin kaçışında bulduğum huzurla Flow, sanalla gerçek sorgulamaları yaptıran belgesel The Remarkable Life of Obelin, İrlanda'nın yüz akı Kneecap bu ayki diğer favorilerimdi. La Virgen Roja çelişkili bir feminist kadın anlatısıydı, proje çocuk yetiştirmenin sonuçlarını izlettiği gerilimi sağlamdı. Odysseus uyarlaması The Return'ün ilk yarıyı fazla uzatması ve Penelope'yi yine yeni yeniden geri planda gösteren anlatılardan olması bana hitap etmedi. Siyonizm virali gibi hissettiren A Real Pain, Kieran Culkin'in performansıyla öne çıktı. Beklentilerimi oyunculuk ve düşsel görsellik dışında karşılayamayan Luca Guadagnino'nun Queer'i, çok önemli bir konuyu berbat biçimde işleyen Dahomey, ne erotik ne gerilim ne de vaat ettiği feminist anlatı olabilen Babygirl, yalnızca atmosferi ve görselliğiyle büyüleyen, geri kalanıyla, abartılı oyunculukları, Van Helsing'in ve kadın karakterin bence aslında harcanmasıyla hayal kırıklığı yaratan Robert Eggers'in Nosferatu uyarlaması, iyi film gibi görünen ama duygusu bana pek geçmeyen ve ağır akan Vermiglio, kamu spotu gibi hissettirmesinden fazlasını istediğim ama yine de Amy Adams'ın elinden geleni yaptığı Nightbitch bu ay aradığımı bulamadığım filmlerdi. En kötüsü ise, müzikal tarzının en abartılı ve saçma örneklerinden biri olarak izlediğim Emilia Perez'di. Meksika filmi olmasına rağmen Meksikalı oyuncu göremediğimiz, trans yanlısı mı karşıtı mı olduğu tartışılan garip bir film olarak kendisini sevenlerine havale ediyorum. 


Sırada diziler var. İlk kez geçen yıl izlemeye başlayıp ocak ayında 6.sezona geldiğim Buffy The Vampire Slayer'a Twin Peaks Rewatch için ara verdim. Kardeşimle ortak dizimiz Kleo'nun Villanelle'i hatırlatması ve Deutschland serisinin havasını vermesi eğlendiriyor. Haftalık izlemeye başladığım Severance'ın 2.sezonu önümüzdeki 2 ay boyunca gündemimde olacak. Diane Morgan'ın dünya ve evrenle dalga geçtiği serisinin tek bölümlük son örneği Cunk on Life, serinin en sevdiğim bölümlerinden biri oldu. 

Ocak 2025 raporumun böylece sonuna geldim. Umarım önümüzdeki aylarda da aylık seriler halinde yazılarımla istikrarlı olabilirim. Okuyan ve takip eden herkese çok teşekkürler. 

Hiç yorum yok: