Bu ayın yıldızları Sandro Veronesi ve Claire Keegan. Ayın hayal kırıklığı Çöl ve Tohumu. Okuduklarımdan yine kendi içimden geçenleri yansıtarak bahsetmeye çalıştım.
- Ayın ilk kitabı e-kitap formatında okuduğum Orwell's Roses'dı. Rebecca Solnit 2021'de yayınlanan kitabında Orwell'in hayatı, kömür madenlerinden Katalonya'ya izlenimlerinin yansımaları, 1984'ün incelemesi, eserlerinin etkileri, Stalin'den günümüzün baskın kapitalizmine, 1800'lerle 1900'lerin başlarındaki kömür üretimiyle çoğalan hava kirliliğinden yine günümüzün başlıca gerçeklerinden küresel ısınmaya birçok konuya değiniyor. Orwell'in bahçesine düşkünlüğünü, gül yetiştiriciliğini nasıl şaşırtıcı bulduğundan yola çıkarak bir direniş biçimi olarak bir bahçe yaratmayı, ağaç dikmeyi, doğayı korumayı, günlük hayattaki güzellikleri önem çıkarmayı vurguluyor. Bakış açısının bazen zorlama olduğunu düşünmedim de değil ama Solnit'in her zamanki gibi ufuk açtığı kesin. 1984'ü tekrar okuduğunda Orwell'in bazı tasvirlerine, güzellik anlayışına dikkat kesilmiş Solnit. Ben tekrar okumaya cesaret edemem muhtemelen, distopya da zaten yaşadığımız gerçeklik olduğu için tekrar dönebileceğim bir kitap değil. Distopyalar yol haritasına dönüşmeseydi dünyamız nasıl olurdu; bunu da düşünmek lazım.
- Charles Beaumont'un Tut Ki Bir Rüya Gördün'deki öyküleri sevgili Arzu (Ludmilla) sayesinde dikkatimi çekti. Alacakaranlık Kuşağı'na uyarlanan öykülerine özellikle bayıldım. Gizem, korku, gerilim, bilim kurgu, fantastik, düşsellik, psikolojik öğeler derken tam aradığım kıvamda hikayelerle karşılaştım bu türler içerisinde. Tekinsizlik ve gizemin iyi kullanılışına, hikayelerin iyi bağlanma şekline örnek gösterilesi öyküler. Yaratıcılığını konuştururken veya okuru şaşırtırken tutarlılığından ödün vermeyen, hepsi kendi içinde bir bütünlüğe sahip bu öykülerin çoğuna bayıldım. Günümüzün yazınına olan etkilerini görmemek de mümkün değil gibi. Alzheimer'dan genç yaşta vefat eden yazar daha uzun yaşasaydı daha kim bilir ne hazineler çıkardı ortaya.
-Sandro Veronesi'nin Sinekkuşu'nu sanırım bu yıl en çok sevdiğim kitaplara dahil edeceğim. 1960’lardan 2030’lara zaman atlamalı bir aile romanı olarak Sinekkuşu söylenemeyenlerin hüznünü, trajedilerin ağırlığını, her şeye rağmen devam etme çabalarının yürekliliğini de içinde taşıyor. Marco Carrera’nın buruk anlarla dolu yaşam öyküsünde “yeni insana” varan yolculuğu şefkatle yaklaşma duygusu uyandırıyor okurda; en azından ben böyle hissettim. Mektuplar, telefon konuşmaları, mesajlar, bazen de bilinçakışıyla ilerleyen kurgusu gayet akıcı. Severek okudum. Marco’nun hikayesini kolay kolay unutabileceğimi sanmıyorum.
-Coetzee okumayalı yıllar olmuştu. İsa'nın Çocukluğu'ndan çok umutluydum. Bu üçlemeyi merak ediyordum fakat örneğin Utanç romanı kadar etkilendiğimi söyleyemeyeceğim. Köksüzlük, göçmenlik, ebeveynlik ve eğitim konularında okuru sorgulatmaya yönelik diyaloglar var kitapta. Mültecilik kavramının, insanların mültecilere dönüştürülmesinin giderek azalacağı yerde azalmak bilmediği dünyamızda Coetzee'nin bir çocuğun da büyüme hikayesiyle tüm bunları sorgulamak istemesi anlaşılabilir bir durum. Hikayede karakterlerin bazı seçimleri, yer yer masalsı tavırları çağrıştıracak ani olaylar, çocukla adamın diyaloglarının kitabın büyük kısmına egemen olması, anneyle baş karakterin sürekli çatışmaları, dahi çocuk olduğu söylenen bir çocuğun varlığıyla sürekli ebeveynlerin çocuklara laf anlatma çabalarını okurmuşuz gibi bir hava yaratılması bana hitap etmeyen yanları oldu kitabın. Akıcılığına kuşku yok, temalarıyla da birçok okurun sevgisini kazanacaktır. Benim kişisel olarak kitaba bağlanamama sebeplerim bunlardı. Dilim döndüğünce anlatmaya çalıştım.
-Miriam Toews'in Sarah Polley tarafından sinemaya uyarlanan Konuşan Kadınlar'ını hem sevdim hem sevemedim. Geceleri bayıltılıp tecavüze uğrayan dış dünyaya kapıları kapalı bir koloninin kadınları gitmek, kaçmak ve kalmak arasında bir seçim yapmaya çalışıyorlar. Toplantıları süresince teolojik, varoluşsal, feminist ve felsefi tartışmalar yapıyorlar. Patriyarka, eğitim, inanç üzerine sorgulamalara giriyorlar. Bu diyalogları okumak biz okurlar açısından iyi olsa da böyle dışa kapalı bağnaz bir toplumda doğup büyüyen, hiçbir eğitim görmemiş kadınların bu denli yoğun tartışmalara girmeleri zaman zaman inandırıcılık sorunlarına neden olabilir. Demek istediğim bu kadınların bunu yapamayacak olmaları değil kesinlikle; umarım bu yazdıklarım saptırılmaz, fakat kitabın anlatım tarzı karakterlerin iç dünyalarına, travmalarına yer verilmeden daha çok yazarın mesaj verme merakına hizmet ettiğini hissettirdiği için bunu söylüyorum. Gerçek olaylardan esinlenen yazar kitapta olayların geçtiği yeri değiştirmiş. Anlatıcının erkek olması da Mennonit kadınlarının travmalarına mesafeli bakmamıza neden oluyor bence. Yaşı küçük kızlardan birinin bakış açısıyla yazılsaydı daha farklı bir roman okurduk ya da Mariche, Ona ve Salome karakterlerinin ayrı ayrı bakış açısını görsek daha etkili olabilirdi. Erkek saldırganlara karşı da içim soğumadan bitirdim kitabı. Umarım Sarah Polley sinema uyarlamasında karakterlere ve hikayeye daha çok alan açmıştır. Öte yandan, teatral bir The Handmaid's Tale örneği olarak da etkileyici bulunabilir.
Çöl ve Tohumu bu ay beni mahveden, hayal kırıklığı yaratan kitap oldu. Sevemedim hiç maalesef. Babasının annesinin yüzüne asit attığı genç bir adamın bu olay sonrası buhranlarını okuyoruz romanda daha çok. Yüzüne asit atılan Eligia'nın travmasından neredeyse hiç bahsedilmiyor, oğlu hep karşıdan bakıyor, sanki kendi buhranlarının her şeyden önemli olduğu izlenimini yaratıyor anlatının bu şekilde kurgulanması. Yazarın kendi yaşadıklarından, kendi geçmişinden yola çıkarak bu kitabı yazdığını öğrenmek de kitaba ısınmamı sağlayamadı. Bir yandan, annesinin yüzünü tasvir ettiği cümlelerin tetikleyiciliği, bir yandan anlatıcının yer yer Yeraltı Edebiyatı örneklerinden birine dönüşen günlerine ilgimin olmayışı okumayı zorlaştıran etkenlerdi. Çevirinin çok başarılı olduğunu söylemeden geçemeyeceğim yine de. Kitabı sonuna kadar götürebilmemin en önemli sebebi Soykan Özyurt'un etkili çevirisi olabilir.
-Soluklanma zamanı. Agatha Christie'nin Ölümün Tam Zamanı'ndaki öyküleriyle sakinleşebildim son üç kitabın ardından. Cinayetlerin çözümüne ilham vererek orta yaşlı aristokrat Bay Satterwaithe’e olayları sorgulatan ve Satterwaithe’in cinayetleri çözmesine yardım eden gizemli Harley Quin’li hikayeleri ilk defa okudum. Yine detaycılığıyla harika, insan karakterini çok iyi analiz eden, aristokrasiye de verip veriştiren cinayet öykülerini sevmemek mümkün olmadı tabii ki. Hafiften esrarengiz bir hava da katmış Agatha halam bu hikayelere ama tabii gerçekçiliğinden ödün vermemiş neticede. Cozy dedektif hikayelerine bayılıyorum.
-Claire Keegan'ın Mavi Tarlalardan Yürü'deki öykülerini çok sevmiştim. Emanet Çocuk'u da fena bulmamıştım ama daha fazlası olmalıydı diye düşünmüştüm. Böyle Küçük Şeyler çok sevdiğim bir novella oldu. Keegan bu novellada karakterlerine şefkatle yaklaşıyor; sanki önceki kitaplarından daha az mesafeli karakterlerine karşı. 5 kızı olan babasız büyümüş bir kömür tüccarının sade yaşamından evrensel hisler çıkarmış Keegan. Magdalen Laundry evlerinin yol açtığı acılara tanık ediyor okuru daha sonra ama bağırıp çağırmayan, gerçekleri sezdirerek ifade eden, insancıl bir anlatımla 80 sayfada çok iyi bir sistem eleştirisi yapıyor. Magdalen evlerini novellanın ana teması yapmasa da satır aralarından bile hissedilebilen çarpıcı bir eleştiri yapmaktan geri kalmamış yazar. Mavi Tarlalardan Yürü'deki öyküleri kadar incelikli. Claire Keegan Irlanda edebiyatının yüz aklarından olmaya devam ediyor.
-Comfort kitaplarım genelde gizem romanları oluyor. Bayan Westaway’in Ölümü de bu ihtiyacımı ziyadesiyle karşıladı. Tam battaniyenin altına gömülüp kendini kaybetme, çevreden soyutlanma kitabı. Westawaylerin eviyle gotik bir atmosfer de yaratılmış. Buna da bayıldığımı bilen bilir. Hikayenin gidişatı tahmin edilebiliyor ama eksiklik olarak görmedim. Ana karakteri, geçmişiyle yüzleşme, hayatta kalma çabalarını sevdim. Tarot kartlarının da romanda önemli bir yeri var. Yazar tarot etkisini esrarengizliği, metafizik merakını fazla abartmadan romanına iyi yedirmiş.
-Timothe Le Boucher'in grafik romanı Kaybolan O Günler'iyle ayı bitirdim. Tek bedende iki karakterin hikayesi yaşamı, zamanı, ilişkileri sorgulatan cinsten. Bizi bu grafik romanlar mahvetti be dostlarım. Çizimleri vasat bulanlar olmuş. Mükemmel değilse de ben çizimleri de beğendim. Sandman gibi yapıtlarla karşılaştırınca belki sıradan gelmiştir bazı okurlara, bilemedim. Fantastik bir gidişatı olsa bu kadar etkilemezdi bu grafik roman muhtemelen. Gerçekler daha can yakıcı. Sonunu bilince tekrar okumak istemeyeceğim gibi geliyor ama belli olmaz. Grafik romanları tekrar tekrar okumak daha kolay ne de olsa.
Sizin favorileriniz ve hayal kırıklıklarınız neler?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder