---Kitaplar---

Juan Jose Saer'in Bulutlar'ını önceki Sel Yayınları basımından okudum. Kurgusal anlamda özgünlüğünden ödün vermemiş Saer. Romandaki bazı olaylardan ve karakterlerden beklediğim kadar bahsetmemesi bir nebze hayal kırıklığı oldu.
Dubravka Ugresic'in Acı Bakanlığı Hırvat bir öğretmenle Amsterdam'daki diğer Balkan göçmenlerini anlatıyor. "Yugonostalji" sözcüğüyle bahsettiği Yugoslav göçmenlerinin geçmişe özlemini sorguluyor. Hafızayı didikliyor. Yer yer dağınık kurgusuyla da savaş sonrası hayatta kalan Yugoslav göçmenlerinin dört bir yana dağılmış hallerini vurguluyor. Karakterlere mesafeli ama bir yandan da empatik yaklaşıyor Ugresic. Balkan edebiyatı genelde üzmüyor zaten.
Norveç edebiyatının mesafeli örneklerinden Görülmeyenler'de Roy Jacobsen bir adadaki ailenin öyküsünü anlatıyor. Roman klasik anlatımlı romanlar gibi başlıyor. Adanın baş karakter olduğu, bol betimlemeli bir atmosfer romanı olduğunu düşündürüyor. İlerledikçe karakter gelişimleri açığa çıkıyor. Asıl olayın satır aralarında, söylenemeyenlerde, görülmeyenlerde olduğu mütevazı bir anlatı olarak ilerliyor. Yazarın atmosfer yaratma becerisi kadar bir güçlü kadın öyküsü olarak da takdirle karşıladım Görülmeyenler'i.
Vigdis Hjorth'un Miras'ını çok seven, Postane Günlükler'ini ise hiç benimseyememiş ekipten olarak Annem Öldü Mü'den derinden etkilendim. Hayırsız evlat gözüyle bakılan anlatıcının monologlarıyla doludizgin aile travmaları, aile içi ilişkiler ve çocukluk sorgulanıyor. Şeytan ayrıntıda gizlidir sonucuna vardığımız bir roman biraz da. Annesiyle geçirdiği anlardan çıkardığı detaylı gözlemlerde yazarın başarısını bir kez daha görüyoruz. Romanın adına bakınca korka korka okudum. Yer yer otobiyografik olup olmadığını veya ne kadarının kendi yaşamına dayandığını merak ettim.
Didier Eribon'un Reims'e Dönüş'ünün Edouard Louis'nin ilham kaynaklarından olduğu biliniyor. Eribon kendi yaşamına, geçmişine, ailesinin sosyoekonomik durumuna ve cinsel kimliğine daha felsefi ve sosyolojik açıdan bakıyor. Duygularını çok göremiyoruz. Felsefi bir anlatı şeklinde okunuyor. Kişisellikten uzak olmasa da edebi bir anlatıdan ziyade kurgu dışı bir metin olarak irdelenirse daha çok verim alınabilir.
Edouard Louis'nin kendini baştan yarattığı, başka bir yazarın elinde bir Yeşilçam komedisine dönüşecek anlatısı Değişmek uçlarda bir yaşamı da anlatıyor aslında. Cinsel kimliğiyle bütünleştirdiği kültürel hayat ve burjuvazi dünyasından sonuna kadar nemalanışını açık sözlü bir tavırla anlatıyor. Elena'dan Didier'e acaba insanları kullanan biri miydi diye düşündürmedi değil. Kendi yaşamını didiklemekten bıkmayan Louis'nin en başarılı yanı edebiyatla otokurmacayı, sosyolojik gerçeklerle kendi gerçekliğini aynı potada anlatabilmesinde. Ben kendisinden sıkılmayanlardanım. Değişmek'i beklediğime değmiş.
Gereon Rath serisinin 9.kitabı Transatlantik Gereon'un kaçış sonrası akıbetini, Charly'nin Berlin'deki yalnız, özgür, isyankar ama melankolik günlerini, savaş hazırlığı yapan bir ülkede kazanın kaynamasının üst seviyelere çıktığı 1937 yılında geçiyor. Cinayeti, gizemi ve kovalamacayı Charlotte Rath ekseninde okuyoruz. Gereon'un derdi ise daha mafyatik sularda. Marlow'la son hesaplaşmalara da vesile olan bir roman. Siyasi polisiyenin de, suçların çözülüşünün de hakkını veren bir roman yine. Belli ki bu kitapla bitmeyecek macera, son bölümlerden anlaşılan bu.
Ayın Türkçe öykü kitabı Ali Karadağ'ın Çehov sevgisini hissettiğimiz Biraz Adam adlı kitabı. Sevdiğim birkaç öyküsünde atmosferle karakterlerin iç çatışmalarını aktarışını sevdim. Öyküler de bıraktığımız yerden devam edebilecek kıvamda.
Kitaplar açısından verimli bir ay geçirdim. Sırada izlediklerim var.
---Sinema---
İlişkilerdeki empati ve şefkat ihtiyacı, birbirine katlanabilme, kadınların anne olarak ezilmeleri derken özdeğer algısı ve aile travmalarına geliyor asıl konu. Marriage Story Norveç versiyonu gibi başlayıp çok daha şahsi ve hayati bir noktaya evriliyor film. Bu sorgulamaları da kişisel gelişim tuzağına düşmeden yapıyor. İlk yarısına biraz burun kıvırsam da ikinci yarısı çok kıymetli. Helga Guren müthiş oynamış.
Bir dönem dizisindeki iki kadının yasak aşkı denince artık klişeleşmeye başlayan bir konudan bahsediliyormuş gibi görünse de duygusunu, performanslarını, kurgusunu beklediğimden daha çok sevdim.
Guy Maddin Çılgınlıkları
Şimdiye kadar hiçbir Guy Maddin filmini izlememiştim. Daha doğrusu "deneyimlememiştim," zira gerçekten bambaşka bir seyir deneyimi sunuyormuş kendisi meğerse. Korka korka açtığım yapımların bayıla bayıla izlediğim seyirliklere dönüşmesi en sevdiğim sürprizlerden biri. Bu ay Maddin'in 3 filmini izledim. Devamı da gelecek.
Yönetmenin kendi çocukluğu, ailesi ve yaşam deneyimiyle Winnipeg şehrinin, Kanada'nın ve bu çerçevede bir süre sonra tüm dünyanın öyküsüne dönüşen bu belgesel-fantazyayı izlerken gözlerimi faltaşı gibi açmaya çalışmaktan bayılıyordum (iyi anlamda.) Yönetmenin alamet-i farikası çekim teknikleri, görsel tercihleri, sessiz sinemadan avant-gard'a sevdiği türlerden vazgeçmeden vizyonunu aktardığı deneysel bir başyapıt. Düşlerle toplumsal gerçeklerin, hafızayla hakikatin, bireyselle kolektifin iç içe yedirilme şekline şapka çıkardım. Dış sesin aktardığı anıların gerçek mi kurgu mu olduğu bir süre sonra önemsiz hale geliyor. Tekrar tekrar döneceğim bir filme dönüşecek gibi görünüyor My Winnipeg. Bazen sinematografisi, bazen de anlatıcının metni için izlenebilir.
Beyne Vurulan Damga şimdiden benim de zihnimde yer etti. Dışavurumculuğu neredeyse unutan modern sinemacıların aksine, Guy Maddin etkileyici görsel kullanımlar sunuyor bu açıdan. Yeni Dalga'yı anıştıran senaryosu daldan dala ilerlerken beklenmedik yönlere, dram, korku, gizem, gerilim, cinayet, komedi, bilim kurgu, erotizm ve romans türlerinin pek çoğunu aynı potada eritebilen bir kaleydeskopa dönüşüyor. Yapabilen yapıyor arkadaşlar. Poe'yu da sevdiği kesin. Tüm bu hengame fazla baş döndürücü gelebilir bazı seyircilere. Ben yine bayıla bayıla izledim. Tekrar tekrar izlemek istediğim bir film daha çıktı.
Film içinde film mantığının içinde kayboldum bir nebze biraz fakat The Forbidden Room daha sonra tekrar dönüp detaylarında kaybolabileceğim bir film kesinlikle. Oyuncuların birden fazla karakteri canlandırdığı bir film mi istediniz, Hold My Beer! diyor Maddin resmen. Banyo yapmanın tarihçesinden başlarken ilk çağlara kadar giden, vampirizmden Oz Büyücüsü'ne, hastane sahnelerinden tren sahnelerine sembolizm aratan, David Lynch sevenlerin kusur kalmaması gereken, çılgınlığın da ötesinde bir film. Bir seyir deneyiminde kaybolmak sorusunun yanıtı gibi. Yönetmenle yolculuğum önümüzdeki ay da devam edecek diye umuyorum.
Isabelle Huppert'in 2000-2001 arasındaki dönemini, bir gününü nasıl geçirdiğini izliyoruz bu kısa belgeselde. Tiyatroda Medea'yı canlandırırken sinemada Haneke'nin Piyanist'inde rol aldığı dönem. Arada Dantelci Kız dahil birkaç filmden enstantaneler ve kamera arkası görüntüler var. Sinemanın gerçek hayattan daha şenlikli olduğu gerçeğini Isabelle Hanım yüzümüze vuruyor. Oyunculuk dışındaki zamanını nasıl geçirdiğine dair çok az anekdot görebiliyoruz ama maalesef.
Yaş alan ve dul kalan bir kadından beklenenlerle çok güzel dalga geçmiş film. Yerli yapımlarla aram limoniyken Mukadderat iyi geldi. Nur Sürer'in her zamanki gibi döktürmesinin bunda payı var. Kurgu ve yapı açısından Şalvar Davası'nı anımsattı, zira eski Türk filmlerini epey anımsatıyor bazı yönleriyle. Genel olarak bir kadın hangi yaşta olursa olsun hayatında bir adam olmalı diye düşünen bir toplumun 50-60 yaşlarından itibaren kadınların hayattan elini eteğini çekmesi gerektiğini düşünmesine güzel eleştiriler getirmiş. Kadın emeğine ve kız çocuklarının eşit miras hakkına değer veren bir film söz konusu. Klişeleşmiş sahnelerden de rahatsız olmadım o yüzden. Almancı amcanın hayat derslerindeki didaktiklik art niyetli değildi ne de olsa.
As I Was Moving Ahead Occasionally I Saw Brief Glimpses of Beauty kadar uzun soluklu günceler olmasa da onun özeti gibi bir Jonas Mekas şiirselliği. Ne zaman yaşamın her şeye dair güzel olduğunu düşünmek istesem Jonas Mekas filmlerine, videolarına, günlüklerine koşacağım bundan böyle. Var oluşumuzun detayları geceleri çalıştığı film yıkama ve hazırlama anlarında gizli. İyi ki yaşamış, geçmiş bu dünyadan Mekas.
Bong Joon Ho çekmeseydi daha çok yüceltilecekti bu film, zira kendisi çıtayı daha önce arşa çıkardığı için yönetmenin vasat Amerikan yapımlarından biriymiş gibi görünüyor fakat bence gayet iyi bir bilimkurgu. Absürt komedi örneği Okja'dan daha iyiydi en azından. Yönetmenin önceki filmlerine göre vasat ama çoğu popüler filmden de iyi olduğunu düşünüyorum. Kapitalizm eleştirisi, karikatürize edilmiş diktatör, kendi bildiğini okumaya karar veren klonla önce kitabı okusaydım keşke dedirtti. Robert Pattinson'ın da kendi kendiyle dalga geçmesini seviyorum.
Üvey kardeşin bakış açısıyla güzellik algıları ve dayatmalarını sert bir şekilde eleştiriyor bu Norveç yapımı body horror filmi. Zorlayıcı sahnelerine rağmen The Substance'tan daha iyi olduğuna bahse girebilirim. Çirkin görülen üvey kardeş de Cinderella kadar masum mu, bu kıskançlık dayanılmaz değil mi, yoksa her şey toplumsal cinsiyette kadınların birbirleriyle yarıştırılmasının asla bitmemesinde mi bir düşünün derim. Yönetmenin bir masal uyarlaması için gayet orijinal fikirleri var. "Kesin böyle olacak" dedirten anlarda bile şaşırtmayı başarıyor. Yönetmen Emilie Blichfeldt'i de, başroldeki Lea Myren'i de takibe almakta fayda var.
---Diziler---
Angel 2.Sezon
Buffyverse'teki günlerim Angel'ın 2.sezonuyla geçti. Hukuk firmasıyla Angel'ın imtihanından kendi geçmişine dair sorgulamalarını da izledik. Cordelia'nın karakter dönüşümünün bambaşka noktaya evrilmesini beklemiyordum. Bu dizi en çok Cordy açısından şaşırttı. Her bölümde bir olay çözerken genel bir büyük olaya göndermeler yaptıran eski gizem dizilerine özlemimi gideriyor. İblislerin dünyası ise ayrıca komik.
İyi başladı bu Arjantin yapımı çizgi roman uyarlaması post-apokaliptik bilimkurgu dizisi. Tipik hayatta kalma hikayesinin hakkını veriyordu başlarda. Bölümler ilerledikçe -ki zaten topu topu 6 bölüm- kafası karışık, her şeyden bir şeyler eklemeye çalışan bir yapıya büründü. Dev böcekleri görünce de koptum diziden fakat 2.sezonun final olacağını duyunca devamını izlemeye karar verdim. Ricardo Darin'e her daim kredimiz açık.
Son yılların en iyi komedi dizilerinden olan Hacks'in 4.sezonu başlarda Feud'a benzer bir kötümserliği benimseyeceğini düşündürerek beni üzse de sağlam adımlarla ilerledi ve 4.sezon finaline geldik istikrarlı bir şekilde. Deborah Vance'in ilk kadın Late Night sunucusu oluşu, Ava'yla sürtüşmeleri ve tüm göndermelerle yine şahane bir sezon. 5.sezona da şık bir hazırlık yaptı finalinde.
Haftalık izliyorum diye ses etmedim, ayrıca oyunu da oynamadım hiç fakat vasatın da altında kalan bir sezondu. Kimseleri memnun edemedi senaryonun ilerleyişi gördüğüm kadarıyla. Karakter gelişimleri havada kaldı. Sezon finali de bu muymuş dedirtince benden pas diyorum. 3.sezonu izler miyim bilmem.
2025'in en iyi dizileri listelerinde sıkça görülecek bir Hollywood komedisi. Seth Rogen'in paragöz stüdyo yöneticisi olarak göründüğü ve yapımını, bazen de yönetmenliğini yaptığı dizinin Hollywood sistemine getirdiği eleştiriler ölçülü bir komedi dozunda işleniyor. Bazı ünlülerin kendilerini oynadığı, Scorsese'ye bile burun kıvıran yapımcılara sövdüğümüz, sinemayla sulu zırtlak TikTok videolarının bir tutulmaya başladığı döneme üzüldüğümüz, kadın yönetmenlere sürekli müdahale eden stüdyoların hiç değişmediğini gördüğümüz, reelsler döneminde ısrarla 3 saatlik filmlerinden vazgeçemeyen yönetmenlere hak versek mi vermesek mi bilemediğimiz, her bölümde ayrı bir sektör eleştirisi izlediğimiz bir dizi. Uncut Gems'ten hiç hoşlanmayan biri olmama rağmen benzer kurgusuna dayanabildim. Diversity konusunun masaya yatırıldığı bölümde gülmekten yerlere yatmış bile olabilirim. Seth Rogen'a da bayılmam ama cozutmadan, zekice bir yapım çıkarmayı başardığı için tebrik ediyorum kendisini (Çok ihtiyacı var çünkü benim takdirime hehe.)
2 yorum:
Süpersin, ben bu performansın hayalini bile kuramam, içinde bi kaç okuduğum var, sinemada ise çökmüş durumdayım:))
Teşekkür ederim. Yoğun bir dönem geçirmediğim için bunları okuyup izleyebildim. Darısı başına. Dilediğin gibi okuyup izleyebildiğin günler dilerim :)
Yorum Gönder